27 Aralık 2012 Perşembe

İletemediklerimizden misiniz. . .

Gün geçmiyor ki zengin kültüre sahip,medeniyetler beşiği ülkemizde insanla,insana verilen değer ile dalga geçilmeyedursun. Çok basit olan şu hayatta, insan evlatlarının düşüncesiz davranışları nice değerlerimizin yitip gitmesine yol açmış ve bundan ders çıkarmayarak hatta daha da gaddarlaşarak bu değerleri tüketmeye devam etmektedir. iletişim diye birşeyin kalmadığı bu topraklarda tek amaç iletmek olmuş,daha da ileri giderek kimi kendini bilmezler itelemek olarak sözüm ona bilinçsizce devam ettirmektedirler. Karşısındakini anlamanın, empati kurmanın nesli tükenmiş, Thomas Moore'un Utopia'sında efsane olarak kendine yer bulmuştur. Birbirini anlayabilen, gerçek iletişim kuranların hala yakınlarda yaşadığı ümidiyle. .

20 Aralık 2012 Perşembe

Katil Eden OLGU!

 İnsanoğlu Maya Takvimi'nin son günüyle beraber kıyametin o bilinmeyen ama şehvet uyandıran hayalini kurarken bilmez ki yeryüzünde her dakika kıyameti yaşadığımızı. Çok çok uzaklara gitmeye gerek sayın okuyan, hemen üç beş gün öncesine dönelim. ''-Anne ben iyiyim ama sınıftaki herkes öldü-'' cümlesi sanırım biraz neyden bahsettiğimi hatırlatmış olabilir. Televizyonlarda 3 dakika, gazetelerde ise orta sayfanın hemen yarısında kendine yer bulan kıyametin alameti, insanoğlunun zihninden çooo. . .ktan silinmiştir belki de.

11 Eylül 2012 Salı

''Sadece Futboldan Anlayan Futboldan da Anlamaz.''

Demirkol'un 11.09.2012 tarihli  yazısında   dediği gibi ; '' Futbol insanın tüm hayatını kaplayacak kadar büyük bir iş değildir.'' Böyle bir durum varsa hayatımızda zamanı iyi kullanamadığımız ve yine hayattan fazla zevk almadığımızı gösterir. Kişisel zenginlik ve sosyal hayat yaratmakla kombine edemiyorsanız futbolu  övünülecek bir durum olmamakla birlikte keçiboynuzu yemeyi de andıran bir durum söz konusu olması muhtemeldir.. Ülkemizde gündemin tamamını dolduracak  kadar önemli bir organizasyondur futbol ne yazık ki. Bu hayıflanmayı yapıyorum çünkü işin hüzünlü yanı  futbolu gerektiği gibi yaşayamadığımız ve oynayamadığımızdandır.
Bu temellendirmeyi daha da güçlendirmek istiyorum.Bundan 5 gün önce A Milli Takım Teknik Sorumlumuz özel bir spor kanalına çıkıyor ve  o gün şu cümleyi sarf ediyor. ''Rakibimizin 3 temel oyunları var'' diyor. Ee tespit harikulade, bakın mesele yenilmek ya da yenmek değil en başında söyleyeyim. Arda'nın kişisel becerisiyle kaptığı gol şansı, bir korner ve adamların kendi kalelerine atmak üzere olduğu dört şans mı tespitlerin sonucunda doğan pozisyonlar. Kimse birbirini kandırmasın lütfen, ortada kurulan ne bir taktik ne de bir tespit var. Tekrar söylüyorum bu pozisyonların tamamı gol olsa yine aynı durum olacaktı. Acımasız veya sabırsız değilim.Ancak en büyük endişem gerçekleri telafisi olmayacak kadar geciktiğinde konuşmaktır. Şu anki hocamız bu ülkenin yetiştirmiş olduğu dinamik ve idealist birisidir. Geçmişte yaptığı işler de aşikardır. Bununla birlikte hem kulüplerimizde hem de milli takımımızda kimlere yıllarca tahammül edilmedi ki Avcı'ya edilmesin. Ayrıca hak ediyor da.
Bir diğer nokta yaşamayı bilmiyoruz futbolu demiştim. Evet Dünya'da bu kadar tutkuyla bağlı olup da yine bu kadar bağlı olduğu kulübe ve ülkeye zarar veren bir ülke de yoktur herhalde. Bir düşünün bakalım; kazanırız havaya sıkıp birbirimizi vururuz, e kaybederiz yine birbirimize sıkarız. Birbirimize sıkmaktan başka duygu ve tepkilerimizi belli edemez hale geldik. Karıncaezmez Şevki'nin torunlarına bu mu yakışır? Kendimize çeki düzen vermenin zamanı geldi, çoktan geçiyor bile.
Sözlerimi toplamam konunun bütünlüğü açısından daha uygun olacak.Ülkede araştıracak,okuyacak başka önemli konular da var emin olun. Futbolu önemsiz bir mevzu tartışmasına getirmiyorum. Naçizane temennim, hakem  bitiş düdüğünü çaldıktan sonra biraz kendimize dönelim.Bir bakalım acaba şu sıralar Hatay'da neler oluyor, mecliste şu sıralar hangi yasa tasarıları tartışılıyor değil mi ? Veya bayrağımızın göndere çekilmesi ne zamandan beri suç teşkil edici bir durum oldu? Azıcık düşünen ve irdeleyen bireyler çoğu şeyin üstesinden de gelebiliriz diye düşünüyorum. Bunu geçmişte, kendisinden sonra gelecek nesiller için hayatlarını tereddütsüz sunan insanlara ufak da olsa vefa borcu bilinciyle yapalım. 

10 Eylül 2012 Pazartesi

Stockholm ve Lima Sendromu Üzerine


 1973'te bir banka soygunundan rehin alınan masum insanların rehin alanlara duyduğu yakınlık,Stockholm Senromu adını almıştı.1994'TE Lima'da ise tam tersi bir durum yaşandı. Tutsakların kendilerini tutsak edenlere karşı zaman içinde geliştirdikleri empati duygusuna ''STOCKHOL SENDROMU'' deniyor.Tutsaklar belki de kendilerini koruma içgüdüsüyle, kendilerini zorla alıkoyan kişi ya da kişilere karşı, onları haklı gören bir bakış açısı geliştirebiliyor.Böylece kişi, kendisini tutsak alan kişilerle bir nevi gizli anlaşma sağlıyor.Bugün Stockholm Sendromu, kriminoloji camiası,polis ve medya tarafından sık sık kullanılan bir terim olmasına rağmen, resmen bir ruhsal hastalık değil.Ruhsal hastalıkların el kitabı sayılan AKIL HASTALIKLARI TANISI EL kitabında sıralanan sendromlar arasına henüz alınmadı.Stockholm Sendromu'nun varlığını kabul eden pek çok psikolog da mevcut.Bunlara göre sendromun kökleri,sürekli savaş, insan kaçırma ve esir alma vakaları ile dolu uzak geçmişimizde yatmakta.Bugün, rehin alma vakalarında FBI verilerine göre 27% si Stockholm Sendromu'na yakalanıyor.Bu tip vakalara Stockholm Sendromu verilmesi de çok yeni. 1973'te İsveç'in başkenti Stockholm'de, Kreditbanken adlı bankanın soyulması sırasında soyguncular banka görevlilerini 5 gün rehin tuttular.Altıncı gün rehineler serbest bırakıldığında yetkilileri şaşırtan bir olay meydana geldi ve rehineler kendilerini tutsak alanları savundular.Bu olaydan sonra aynı tipte davranış gösteren rehineler için Stockholm Sendromu sözü kullanılmaya başlandı.
  Lima Sendromu ise bunun tam tersi.Bu terim tutsak alanların tutsaklara duyduğu yakınlık için kullanılıyor.1994'te Peru'nun başkenti Lima'da gerillalar, Japon büyükelçiliğini basarlar.O sıradaki resepsiyonun davetlilerini rehin aldılar.126 GÜN süren rehin alma olayında, gerillalar rehinelerle dostluk kurdukları için , ilk aralarında pazarlığa konu olabileceklerin de bulundugu birçok kişiyi serbest bıraktıktan sonra medya, ''LİMA Sendromu'' terimini ortaya attı.
Kaynak:ntvt

Kutunun Sihri Azalıyor!


Takvimler 1923‘ün 2 Temmuzu’nu gösterdiğinde Hastings kasabasında John Logie için küçük, insanlık için büyük bir adım atılıyordu. Literatürdeki tanımını hiç değiştirmeden aktarıyorum;  bir vericiden elektromanyetik dalga halinde yayınlanan görüntü seslerin , ekranlı ve hoparlörlü elektronik alıcılar sayesinde yeniden görüntü ve sese çevrilmesini sağlayan haber verme sistemidir. İzleyicilerin sürekli alıcı olması, televizyonun kolay ulaşılabilir bir kaynak olması , kullanılan görsel ve işitsel ögelerle etkisinin yüksek olması sebebiyle 20. yüzyılın en büyük icadı olarak televizyonun baş köşeye oturmasını sağlamıştı.
Büyüyerek canavar haline düşünen televizyonun milenyum adı verilen bir çağın getirdiklerinin ona günbegün kan kaybedeceğini 90’lı yılların ortalarına kadar kim tahmin edebilirdi ki.  Kan kaybetmesini de ayrıca temellendirmeden geçmek istemiyorum ; insanların %50’sinden fazlası son dakika haberlerini resmi haber kaynaklarını  yerine yeni medyanın araçları üzerinden öğreniyorsa ve yine yeni medya   %27.8 oranıyla en çok takip edilen 3 haber kaynağından biri olmayı başarmışsa, televizyon için tehlikeli çanları gürültülü bir şekilde çalmaya başlaması anlamına gelmekteydi. Yani televizyon izleme alışkanlığı yeni dijital kuşağın taleplerine doğru evriliyor ve insanların ‘’iletişmek’’diye önlenemez ve hızlı büyüyen bir dertleri oluşuyordu. Televizyonun onlara verdiği haberle yetinmemekte aynı zamanda insanlar bu etkinlikleri sosyal medyalarda paylaşmak ve o içerik üzerinden zaman-mekan sınırlaması olmaksızın görüşlerini bildirme ihtiyacında olmları da bir diğer önemli etkendi.
Yeni yüzyılın  geçen yüzyıldan farklı olarak tüketen kitleye sunduğu en çarpıcı hizmetlerden birisi de izleyicinin bulduğunu değil umduğunu yemesi olmuştur. Örneğin şöyle bir önerme yapalım ; Ali 24 yaşında üniversite 4.sınıf öğrencisi, ailesinden uzak öğrenci evinde kalmakta. Canı şu sıralar çok sıkılmakta, ancak durumu Ali 1997 yılındaki konjonktürlerle irdeleyelim. Ali’yi can sıkıntısından kurtarmak için neler yapabiliriz, müzik dinleyebilir belki, televizyon izleyebilir, belki bir buçuk saatlik eğlence programı yakalayabilir tabi şanslı günündeyse. Ali’ye  sunulan programı izlemekle mükellef olduğu bir dönemden yalnızca 15 yıl ileriye gidiyoruz şimdi de. Yıl 2012, Ali yine 24 yaşında ve az önce belirttiğim  aynı önermeler geçerli. Ali elinin altındaki diz üstü bilgisayarını açıp daha önceden kaydetmiş olduğu yarışma programını açıp izlemeye koyuluyor. Bakınız ki televizyon yine mevcut o dönemde hatta kanal sayısı o dönemdekinden katbekat fazla. Ama yine bulduğunu izliyorsun, umduğunu değil. Sanal dünya baş döndürecek hızda değişiyor, gelişiyor ve onun çekimine ayak uydurup aynı paralelde gelişmediğin müddetçe büyük bir kara deliğin içine girmen içten bile değil. Televizyon da bu tehdit altında varlığını sürdürmeye devam etmekte.
Görüldüğü gibi yalnızca bir durumdan söz edilmiyor, bu haberi,eğlenceyi,bilgi alıp aynı zamanda onu yüz binlere paylaşmayı ve daha nicesini kapsıyor. Bu süreç çoktan başladı, geleneksel televizyon yapımcılarına verilecek en etkin tavsiye gelenekçi medya bakışını bir an önce Yeni Medya’nın rotasına doğru çevirmekten başka bir şey olmayacaktır. İşte bu noktada tıpkı eski günlerdeki gibi yeni iş ve ticaret fırsatlarını milyarlarca izleyiciyi büyüsü altına alacaktır. Sözün özü şu ki , yeni medyadan yoksun büyümeye çalışanlar hayat damarlarından birisi noksan bir şekilde yollarına devam etmek zorunda kalacaklardır.